Salı, Aralık 27, 2005

Boğazlarım

Sabah erken kalkmaya alıştım. Yaklaşık 2-3 haftadır böyle. 6'dan sonra da yatmamaya özen gösteriyorum ve çoğu zaman da işe erken geliyorum.

Bugün de öyleydi. Daha birkaç saat öncesi... Sabah Üsküdar'a gitmek için evden ayrıldım. İskeleye geldiğimde başımı boğaza doğru çevirdiğimde, sabahın ilk ışıklarının martılara ve vapurlara çarpmasını görünce derin bir nefes aldım heyecandan.

Daha sonra Beşiktaş'a giden vapurlardan birine bindim. İlk birkaç dakikadan sonra dayanamadım ve yasak olduğunu biliyorum ama ön tarafa geçtim. Allah'tan sesini çıkaran olmadı. O anı anlatabilir miyim bilemiyorum. Bir yandan dalgalar çarpıp neredeyse burnunuzun dibine kadar yükseliyor. Sağa dönüyorsunuz, sabah güneşinin ilk ışıklarından nasibini alan köprü, sola dönüyorsunuz altın gibi parlayan Topkapı. Karşınızda ise Dolmabahçe...

Yanımda fotoğraf makinesi yoktu. Bir daha bu kadar güzel ışığı yakalayabilir miyim bilmiyorum ama bundan sonra çantamda fotoğraf makinesi bulundursam iyi olur.

Pazartesi, Aralık 19, 2005

Dursun zaman


İlkay Zaman

Geçen CS Source oynuyoruz. Kulakılığım bozulmuş. Yanımdaki masada da İlkay Zaman oynuyor. Oyuna fazla konsantre olamıyordum. Aklıma gelen bir soruyu sordum İlkay'a. Bu arada bir yandan da oyuna devam ediyoruz.

- İlkay.
- Hıh. Efendim.
- Dursun Zaman'ı tanıyor musun?
- Hıh. Heee. Yok.
- Hadi ya... Tamam abi.
- Hıh. O kim ya? Nerden duydun?
- Manga'nın son şarkılarından biri. Vega ile düet yapmışlar.
- .....(Oyuna devam ediyoruz).

Salı, Aralık 06, 2005

Tavsiye nedeniyle zararına satışlar



Uzun yıllar (3 sene az değil) emek verdiğim Vogel Medya'da (CHIP, Herkes İçin Bilgisayar, HİB, Windows & .Net Magazine) bu ay sonuna kadar sürdüreceğim kadrolu (masası, etejeri, bilgisayarı, çöp kutusu, öğle yemeği) editör ünvanımı, Freelancer (lazım olduğunda yazı yazan, öğle yemeği yemek için şirkete geldiğinde "5 parasız aç", servise bindiğinde servis minibüsünün yavaş gitmesine neden olan uğursuz şahsiyet olarak algılanan) olarak devam ettireceğim.

Şakası bir yana, yeni yıla biraz daha farklı girmiş olacağım. Aklımda birkaç proje var. Şu anda her şey yolunda gidiyor. Kısmetse yeni yılda bu projelerimi hayata geçirip kazancımı bu şekilde elde etmek istiyorum.

İş değişikliğini duyan şirket sahipleri, kendi bünyelerinde çalıştırmak için deli gibi kuyruğa gireceklerdir. Biliyorum ama şunu söylemem gerekir ki; "Abi yılda 1 milyon dolar cirosu olan firmamıza genel müdür olarak geçeceksin" dışındaki teklfilere sıcak bakmıyorum.

İrtibatta olduğum veya çok yoğun geçen günlerimden dolayı irtibat kuramadığım arkadaşlarımın selamları ve sevgi dolu mesajları eksik olmasın.

Pazar, Aralık 04, 2005

Nice öğrenciler gördüm, aslında yoktular!



Sanal öğrenci olmak zor iş. Bilenler bilir, Sakarya Üniversitesi'nde öğrenciyim ama okula gitmiyorum. Bunu ben değil, okulun kendisi söylüyor.

Gelme Bush, gelme öğrenci...

Malumunuz, okulumuz internetten. e-MBA yani. Sadece finaller için okula gitmeniz yeterli. Size verilen kullanıcı adı ve parola ile derslerinize ve sınavlarınıza giriş yapabiliyorsunuz. Dersleri pek takip edemedim, çıktılarını aldım ve boş zamanlarda ya da yolculuk sırasında izlemeye çalışıyorum.

Gelelim sınavlara.

Aslında gelmeyelim. Bu sayfaları hem okuldan hem de sınıftan arkadaşlarım izlediği için burayı sansürlüyorum.

....

Sanal arkadaşlarımın olmasına gelelim o zaman. İlk kurulan e-posta grubunda "MSN'ler paylaşılsın" dendi. Biz de geleneği bozmayalım dedik ve MSN hesabımızı paylaştık. Sağolsunlar kısa zamanda eklediler ve her ekleyenle tanışmaya başladık.

- Merhaba, Emba'dan mısınız?
- Evet, siz de mi?
- Evet ben de. Ben bu okulun a.....q....

bir başka sohbet.

- Merhaba, Emba'dan mısınız?
- Evet siz de mi?
- Evet ben de. Size Karar Modelleri soruları var mı? Sınava giricem de.

bir başka sohbet.

- Merhaba, Emba'dan mısınız? (Bu sefer ben soruyorum)
- Evet siz de mi?
- Evet ben de. Ne kadar ilginç değil mi?
- Ne ilginç?
- Emba diyorum. Uzaktan, internet falan. (Sanırım aynı frekansta değiliz)
- Evet ilginç.
- İsim neydi? Nerden?
- Bir dakika eşim çağırıyor. (Yanlış anlaşılma ve kırmızı yanaklar, bu sahnede oynanıyor)

Çok ilginç arkadaşlarım var Türkiye'nin dört bir yanından. Hele biri var ki, benim manevi kardeşim oldu kendisi. Kısmetse finallerde görüşeceğiz onunla.

Hiç görmesem de, aylardır sınıf arkadaşım olan sanal öğrencilere burdan selam söylemek istiyorum. Ayrıca kanalınız aracılığıyla anneme de gelecek haftaya Sakarya'da olacağımı söylemek istiyorum. Beni merak etmesin.

Teşekkürler.

Pazartesi, Kasım 28, 2005

Karakolda wireless var Cevriyem!


Off off, hayat zor diyerek değerli bir dostumu da burdan anmış olayım.

Başlığa gelince hemen açıklayayım; polis karakoluna uğramayalı ne kadar da zaman geçmiş. Geçtiğimiz Cuma akşamı bayan arkadaşlarımdan biri telefon açıyor;

"Sana çok yakınım, kaza yaptım yetiş"

Kendi ellerimle hazırladığım yemeğe son defa baktım ve montu kaptığım gibi taksi ile 10 dk. sonra olay yerine (olay yeri yalnız :p) vardım.

(Olayın özeti: Hanım arkadaşımızın kullandığı arabaya başka bir araç çarpmış ve hiçbir şey olmamış gibi devam ederken hanım arkadaşımız da çeviklik göstererek arabayı yakalayıp yolunu kesmiş)

Trafik polisi de ben geldikten 10 dk sonra geldi. Kaza yeri değiştiği için kendilerinin bakamayacağını söylediler. Üsküdar Doğancılar Polis Karakolu'na yönlendirdiler. Çarpan adama güvenemediğimiz için ruhsatını da yanımıza alarak :D takip etmesini istedik. Bu arada adam hala "çarpsam kesin farkederdim, herhalde ben çarpmadım" diye ruhsatı istiyor :)

Polis karakoluna gittiğimizde ise kendilerinin ilgilenemeyeceklerini, durumun trafik polislerini ilgilendirdiğini söylediler. Çözümsüzlüğe mi yoksa ruhsatını aldığımız adamı, CIA uçağına atılmış El-Kaide militanı gibi dolaştırdığımıza mı yanalım?

Hatırı sayılır kişiler, polis karakolundaki arkadaşları telefonla arayarak, aslında olayın kendilerini ilgilendirdiklerini hatırlatınca sağolsunlar hemen yardımcı oldular.

Tutanakları hazırlattıktan sonra diğer şöfor arabasının çizik olan kısmına bakıp bize duyuracak şekilde "Allah allah yauw, ben çarpsam kesin hissederdim. Nasıl oldu yauw?" diyerek söylenmeye devam ediyordu.

Perşembe, Kasım 24, 2005

Resmi top

Uzun süredir Blog'uma birşey yazamadım. Yazmak belki de son günlerde en son istediğim şey. Nedeni, 30 dergi sayfası olabilir belki de.

Bu akşam zaman bulup TV izleyeyim dedim. TV derken haberler işte.


Süper haber sunan adam

Kanal D'yi açtım. Allah allah, Mehmat Ali Birand var ama stüdyo yok. Fifa'nın genel merkezinden yayın yapıyorlarmış. Haberlere öyle bir giriş yaptı ki dumur oldum.

"Evet, kimilerine göre Futbol'un Kabe'sinde kimisine göre Kudüs'ündeyiz. "

İlgimi çekmeyi başardı. Ama sonradan öyle cümleler etmeye başladı ki, çakıldım kaldım TV'nin karşısına.

"Evet. Bütün ülkeler, top için mücadele ediyor. Ve işte bu da resmi top. Herşey bu resmi top için."

Daha sonra Fifa başkanına giydirmeye başladı.

"Hepimiz merak ediyoruz. Fifa başkanı, neden infazsız yargı yapıyor?" dedi.

TV, eğlenceli şey.

Haberlerde reklam vermek de moda oldu. "TV eğlenceli şey" dedim de, Gülben Ergen gibi tarif edemedim. Bahsettiğim reklamlarda Gülben Ergen'e soruyorlar "Neden cicitürk?" Saymaya başlıyor Gülben Teyze, "Şarkıcı ruhum var, Çocuksu ruhum var, sanatçı ruhum var."

Peki ya ben?

Ulan ne ruhsuz adammışım a. q. Kendime sordum; "Neden TV izliyorum?" diye. Bana uygun bir ruh bulamadım. Ne diyebilirim ki?

Kanal D Ana Haber bitti ve Tolat'ın dizisi başladı. 2-3 haftadır izleyemiyordum Tolat'ı. Dizide öyle bir konuşma geçti. TV'nin eğlence kutusu olduğunu bir kez daha anladım.

"Nevzat, bana helikopter çağır" (Yaralı olan Tolat, arkadaş arasında "Katır" diye seslendikleri görev adamına, sevgilisine gitmek için bir araç bulma önerisinde bulunuyor)

"Hemen abi" (Katır Nevzat karavandan çıkıp, helikopter buluyor. Helikoptere el işareti yapıp, "gel gel, sağ yap sağ yap" falan yapıyor)

SSSS= Sabah Sabah Seda Sayan= S... S... Seda Sayan


Ferdi Tayfur'u amcası sanan masum kız

Bundan iki gün önce de sabah 7'de yattım ve saati de 11'e kurdum. Saat 11 olmuş ve telefon iğrenç bir şekilde ötmeye başladı. Gözlerimi açamıyorum. Bir önceki gün de 5'de yattım, ondan önceki gün de 6'da...

Çabuk uyanayım diye gözlerim açık olmadığı halde, kumandayı el yordamı ile bulup TV'yi açtım. Ve gözlerimi dinlendirmeye (Kimilerine göre uyumaya) devam ettim.

Evde konuşan birisi olduğunu düşünürsem daha çabuk kalkarım diye. İşe yaradı. Yavaş yavaş uyanma ihtiyacım arttı. TV'den gelen seslere kulak vermeye başladım.

Didem Aksu isimli biri Seda Sayan'ın programına çıkmış (Kendisi cıscıbıl pozlar vermiş. Verebilir. İstediği fotoğrafçıya verebilir. Pozunu... Ama bu hanım arkadaşımız Ferdi Tayfur'un akrabası imiş. Yani olay şu; millet "Ferdi'nin yeğenini gördün mü? Ayıp ettiler Ferdi'ye. Vursalar daha iyiydi" modunda olsun istiyorlar.)

Derken, Necla Nazır (Ferdi'nin hayat arkadaşı) bağlandı. Didem Aksu'ya " Kızım senin Ferdi Tayfur'dan özür dilemene gerek yok" dedi. Didem Aksu da "Ferdi Tayfur benim akrabam ama benim de bir kariyerim var. Ben çıplak pozları sanat için veriyorum" dedi. Necla Nazır, yarım kalan lafına devam etti; "Kızım benim sana diyeceğim şey başka. Sen bizim yeğenimiz değilsin. Baban 30 sene bizim yanımızda çalıştı. Bizi her zaman gördüğün için akrabamız sanıyorsun. İstediğin gibi poz verebilirsin. Bizi ilgilendirmiyor." dedi.

Didem Aksu da bombayı patlattı "Ama bana öyle dememişlerdi."

Bu bombadan sonra da uyandım zaten. Zaman bulursam TV'yi izlemeye devam edeceğim. Hala kendime bir ruh bulamadım. Benim nasıl bir ruhum var acaba?

Off offf, hayat zor.

Salı, Ekim 18, 2005

The Imam



Filmi Sakarya'da izledim. Tam yerine denk geldim desem doğru olur. Bir sinemada başıma gelebilecek trajikomik olayların hepsi, bu filmde geldi.

Sabahtan yer ayırttım. Biliyordum filmin Sakarya'da çok popüler olacağını. Salon hınca hınç dolu. Koltukların önünden yerinize geçerken (geçmeye çalışırken) o kadar az yer bırakmışlar ki, her geçtiğiniz kişiyle akraba olmanız an meselesi.

Film, saatinden 3 dakika önce başladı. Koşanlar, yerini arayanlar derken kapı da açık tabi. Bir yandan film oynuyor diğer yandan içeriye giren ışık, sinir bozuyor.

Film başladı, Eşref Ziya Terzi, motosikletle Anadolu yollarında, ama nasıl bir gürültü var. Ben bir ara filmden sanıyordum, değilmiş. Sinemada bu kadar mı konuşulur yahu?

Tam önümüzde 5-6 arkadaş, takım elbiseleri ile gelmişler, filmi izliyorlar, bir yandan da eleştirilerini ve tahminlerini eksik etmiyorlar. İçlerinden biri filmin ortasından yanındaki arkadaşlarına "la taaam la bildim la. Burası gayseri oolum. Wallaha da gayseri billaha da gayseri. De mi lan nejat? Şşştt nejaat. Yannış mıyım?" dedi. Sonradan öğrendiğim kadarı ile Belediye'de yetkili kişilermiş bu arkadaşlar.

Filmin ikinci yarısına girmişken, arkamdaki hanım arkadaş sağolsun koltuğumu beşik gibi sallamadan duramadı. Konuşmak yerine geriye dönüp kendisine imalı bir bakış atsam durur dedim ama, sağolsun film bitene kadar ayağıyla koltuğuma masaj yaptı.

İnanılmaz gibi ama sinemada birisi de tespih çekiyordu. Böyle şakır şukur sesler geliyor :D

The Imam'a gelince. Filmi bütün olarak pek beğenemedim. Dikkat Şahan Çıkabilir'deki "Adeta Gerçek" adlı bölümdeki gibi seslendirmeler vardı nerdeyse. Ama köyün delisi ve Mehmet Hoca'nın rolüne diyecek yok. Özellikle de Hacı Feyzullah için gidilir.

Gitmesine gidilir de Sakarya - AKM sinemalarında değil.

Çarşamba, Ekim 12, 2005

















7 Ekim'de (WCG Türkiye Finalleri'nden bir gün önce) dergideki editör arkadaşlarımızla katıldığımız özel Conter Strike Source LAN Party'den bazı görüntüler. Dergide hep aynı haritayı oynadığımızdan oraya gidince acemilik çektik. Hatta yanımda Sinan (Level) vardı, ona "Silahları hangi tuş ile satın alıyorduk?" dedim, o ve diğerleri tuhaf tuhaf baktılar.

Dergide öyle bir haritada ( fy_dustdm) oynuyoruz ki, küçük bir yer ve silah satın alma gibi bir derdin yok. Her taraf silah kaynıyor zaten. Hem çabuk bitiyor(Soteciler için iyi değil) hem de oynaması çok zevkli. Aztec ve Dust, Dust2 oynarken biraz kasıldım ama sonradan iyi gitti herşey.

Tuğbek bir ara "Kasap SaDDaaaaaaaaM" diye bağırdı bana. Kesici aletlerle oynamaktan keyif alıyorum da üzerinize afiyet. Anlaşıldığı üzere nick; SaDDaM. Zamanımın olduğu günlerde nette de oynardım ama şimdilerde dergide bile oynamaya zaman bulamıyorum.

Pazar, Ekim 09, 2005

Bir fıkra

Temel, torununa savaş hikayelerini anlatıyormuş.

"Savaşta düşmanlar etrafımızı sardı.. Bizi esir aldılar..

Komutanları bize dedi ki;

"Şimdi iki seçeneğiniz var:
Ya şimdi burada ölürsünüz, ya da burada hepinizi yatırıp bi güzel
beceririz..."

Torun hemen merakla sormuş, "Peki sonra ne oldu dede?"

Temel bir an duraksamış!!

"Hepimizi öldürdüler..."

Salı, Ekim 04, 2005


Kır düğünü



Dedem'lerin evi





Boşalmış evler



Çiçekdağı'na doğru.



Cendere



Dedemlerin bahçesi



Kümes



Dedemin laboratuarı



Kurt parçalayan çoban köpekleri



60 yıllık minare



Çorak tepeler



Köyün karşı yakası



Çiçekdağı



Çiçekdağı -2



Molla Osman Türbesi önü

30 Ekim'de Sakarya-Ankara yolculuğundan sonra sabah 6 gibi hava daha aydınlanmamıştı terminale indiğimizde. Sakarya'da hava güzeldi. T-shirt ile girince AŞTİ'ye soğuktan değil ama, nedenini hala bulamadığım alerjimden dolayı hapşırdım. Tanımadığım bir adam yüksek sesle;

- "Yaaaaa yeeeniiimm. Burası Angara angara. Soğuğa babayiğitlik olmaz. Galın giyineceeedin." dedi. Annemle bakıp gülüştük ve Ankara'ya hoş geldin mesajını almış olduk.

Kuzenimizin bizi alması ile beraber kırmızı ışıkta hiç durmadan şehrin bir ucuna, Keçirören'e gittik. Yollar o kadar güzel yapılmış ki, doğduğum şehir bana yabancı gelmeye başladı. Güneşin doğması ile beraber teyzemlerde yaptığımız kahvaltının ardından, yeniden yollara düşme zamanı geldi.

3 saat süren sürecek olan yolculuk, bizi Kırşehir - Çiçekdağı ilçesi İbikli Köyü'ne götürecekti. Çiçekdağı ilçesinde 4 yılım geçti. Ortaokul 3 ve Lise yıllarımı orada geçirdim. Çiçekdağı'nın yeri çok ilginç. Yozgat'ın ilçesi olan Yerköy ile birleşmiş durumda. Bizim ev de tam sınırda. Evin bir kısmı Yozgat ilinde, bir kısmı da Kırşehir'de görünüyor. Sorun olmaz mı? Su ve elektrik parasını Kırşehir'e öderken, telefon parasını da Yozgat'a ödüyorduk.

Yolda giderken annemin ısrarı üzerine bir türbede durduk. Nerde durduğumuzu annem hatırlatınca o zaman daha iyi anladım durumu ve gülümsedim. Ben küçükken rüyamda geceleri hep kabus görürmüşüm. Psikolog falan derken bu rahatsızlık geçmemiş. Tavsiye üzerine beni buraya getirmişler. İşin daha da ilginç yanı ise bu ziyaretten sonra korkularım kalmamış. Bu zamanlar, henüz 5 yaşına basmadığım ilkokul 1 zamanlarına denk geldiği için hayal meyal hatırlıyorum. Türbe önündeki köpekleri sevmeden edemedik. Bize torunlarımızı hatırlattılar. Türbeye gelenler tuhaf tuhaf da baktılar. "Köpeklere dokunanlar türbeye girer mi yahu? tööbe tööbe"

Çiçekdağı denizden oldukça yüksekte. Tepeden baktığınızda hem Yerköy hem de adını verdiği ilçe Çiçekdağı'nın bitiştiğini görebiliyorsunuz. Üniversite sınavına hazırlanırken günde 1000 soru çözerdik. Çocukluk arkadaşlarım Güray, Mehmet Akif, Yüksel, Ayhan ile beraber yoğun ve sıkıcı geçen o günlerin stresini atmak için bu dağa koşarak hiç durmadan çıkardık. Şimdi bile nasıl çıktığımıza şaşırıyorum.

Bir keresinde de bisiklet ile çıktım. Akşam can sıkıntısından, bisikleti alıp biraz dolaşayım derken, gide gide Çiçekdağı'nın en tepesine kadar çıkmışım. Geriye dönüp baktığımda ışıl ışıl ilçeleri gördüm. Gecikeceğimden, annemlere haber verme ihtiyacı duydum. Hemen bir kulübe buldum ve ev telefonunu arıyorum ama habire meşgul tonu alıyorum. Defalarca denedim aynı. Bizimkiler telefonu açık unuttu herhalde derken, aklıma il değişitirdiğim geldi :) Çiçekdağı'nda olsa da evin telefonu Yozgat'a bağlı olduğu için kod numarası çevirmem gerekiyordu. En sonunda aradım, haber verdim. Gecikeceğimi söyledim. "Nerdesin ki?" dediler. "Bisikletle gezerken dalmışım, başka bir ildeyim." diyemem ya. Geri dönerken doğal olarak pedal çevirmenize gerek kalmıyor. Hatta bazen, fren kullanmak bile tehlikeli. O adrenalini hissettiğim anlar, hayatımda az olmuştur.

Ve köyümüz.

Çiçekdağı - Kırşehir yolu üzerinde olan köyümüze de geldik. Köyün girişinde uzun süre muhtarlık yapan Servet Amca'nın evi var. Bakınca yine gülümsedim. Bu evin önünde bir Atatürk heykeli var. Hikayesi de ilginç. Servet Amca, köye hizmet etmesi için Kaymakamlık'ın kapısını aşındırır ama bir sonuç alamaz. En sonunda bir cinlik düşünür ve Atatürk heykeli yaptırır. Açılışa devlet büyükleri mecburen katılmak zorundadır. Sonra mı? Yol, su, elektrik... Duyduğuma göre Servet Amca çok yaşlanmış ve yerine genç birisi muhtar olmuş. Siyasette tecrübe deyince "Bir numarada Süleyman Demirel, iki numarada ise Servet Amca var" derim.

Köyümüzün hali içler acısı. Nedeni ise imkansızlıktan dolayı şehre yapılan göçler. Geriye ise doğdukları köyde ölmek isteyen ihtiyarlar ve kalan onca arazide çiftçilik yapan insanlar kalıyor. Dedem ve büyükbabam da göç edenlerden. İkisinin evlerinin arasında sadece bir ev var.

Annem anlatır; kendisi 3-5 yaşlarında iken büyükbabam, bir bayram ziyaretinde dedemlere gelir annemi görür ve şakacıktan der ki "Seni oğluma alayım mı?". Annem ne olduğunu bilmez ama utanarak sıkılarak "Oluuurr" der. Ve 15 yıl sonra olmuş :)

Yukarıdaki resimlerde "Dedemin laboratuarı" diye bir resim var. Şaşırmayın. Çünkü dedem, marangozluktan çok iyi anlarmış. Bunu metal alaşımları ile birleştirerek çok güzel şeyler yaparmış. At arabasını, evdeki tahta ve metal eşyaları kendinin yaptığı söyleniyor.

Köyde çiftçilik ve hayvancılık yapan teyzemin ailesi var. En küçük oğlu olan kuzenim, evinin ve işyerinin Ankara'da olmasına rağmen düğünü burada yapmaya karar verir. Sanırım bu düğün, kendi köyümüzde göreceğim son düğündü. Tüm bu zahmetlere rağmen bu anı yaşamaya değer buldum ve geldim.

Adetlerimiz, geleneklerimiz, göreneklerimiz... Anlatmakla bitiremem burada. Hiçbirini de unutmadan hepsini yerine getirdiler. Ve Pazar günü de Ankara'ya, o akşam da Ankara'dan dedemi alıp Ramazan ayını Sakarya'daki evimizde geçirmesi için hep beraber geri döndük.

Ama o dönüş biletini nasıl aldığımızı asla unutmayacağım. Annem ve dedemlerin o gece mutlaka gelmesi gerekiyor. Otobüs şirketini aradım ve telefonla çok yer ayırtıldığını ama gelmeyenlerin olabileceğini, o nedenle gece 12:30'da kalkacak olan otobüs için 11:00'da uğramamızı istediler. Erkenden yer ayırtmadığımız için mecburen gittik. Pişkin bir herif vardı yazıhanede. Durumu anlattım. Telefonda yanlış duyduğumuzu ve aslında 11:30'a kadar beklememiz gerektiğini söyledi.

Bekledik :(

Tekrar yazıhaneye geldik ve saatin 11:30 olduğunu, gelmeyenlerin yerlerini satın almak istediğimizi söyledik. Neymiş? Adamın saatine göre henüz 5 dakika daha varmış. Oysa garanti olsun diye AŞTİ'deki dev panonun saatine göre gitmiştim ben. 5 dakika daha bekleyip tekrar gittiğimde, bu sefer de "Ne olur ne olmaz? Biz 1 dakika daha bekleyelim" demez mi? Annem dayanamadı :) "Milli piyango bileti mi veriyorsun be adam? Ver şu bileti. " deyince adam ses çıkarmadan parasını aldı ve bileti verdi. Bileti alıp arkamızı dönünce de annemle kıs kıs güldük. Arabada bekleyen dedemi de alıp en sonunda otobüse bindik.

Bu haftasonunda sonra yeniden alıştığımız yerlere geldim. Yazmam gereken toplam 40 sayfalık makale, trafik, kirli hava, İstanbul. Köy çok güzeldi. Gökyüzü o kadar temiz ki, bizim köyde İstanbul'dan daha çok yıldız var :)

Bir de cep telefonumu taşıyınca, köyde neden tuhaf baktıklarını anlamam fazla zaman almadı. Hiçbir operatörün kapsama alanı içerisinde olmayan bir yerde, bu cihazı taşımak biraz anlamsız oluyor. Ama oyun oynamak için ideal. Sonradan öğrendim; köyün en yüksek tepesine çıkarsak telefonumuz çekiyormuş. Bunu da ben istemedim. Cep telefonundan uzak 48 saat. Mutlaka deneyin. ;)

Pazartesi, Eylül 26, 2005

Sakarya'da haftasonu


Su değirmeni



Susuzluktan...
(Test ettim Nestle su ile aynı tadda)



Köyün en yüksekteki evi



Buz gibi...



Abisinin bitanesi...



:)



Minik köpüş, ısır bakalım.



Köy yolu ama asfalt.



:)



Su sesi...



Bilgisayardan uzak...



Düşüyorum :)



Hilal ve Hakan



Büyük fotoğrafçılar...

Sakarya'da Haftasonu
Dergiyi bitirdikten sonra, soluğu Sakarya'da aldım. Haftasonu hava pek de güzel değildi ama yine de körü körüne kardeşleri de alıp Sakarya'nın güney taraflarında kalan Çaybaşı - Değirmendere köyünü ziyarete gittik. Akrabalarımızı gördükten hemen sonra 3 kardeş ortadan toz olup fotoğraf makinemizi de alıp kendimizi yollara vurduk.

Köyün en tepesindeki eve çıkmaktı hedefimiz. Tam 2 saat sürdü. Anadolu'daki köyleri düşündük bir an. Bir köyün başından sonuna kadar gitmek en fazla 15 dakikanızı alır. Ama burası Sakarya. Karadeniz Bölgesi'nde olmasa da çok iz taşıyor. Gittiğimiz köyde de hep lazlar vardı zaten.

Burası çok yağış aldığında selden zarar görebiliyor. Belediyenin yaptığı beton köprüler tarumar olurken köylülerin yaptığı köprüler sapa sağlam. Tamam, çok sallanıyor ama kesinlikle güvenebilirsiniz.

Köyün en tepesindeki evde bir su değirmeni bulunuyor. Tamamen el yapımı bu değirmenin kinetik enerjisi inanılmaz derecede yüksek. Besleyen suyun bu değirmeni bu kadar şiddetle nasıl çevirdiğine biz de inanamadık. Teknoloji ilerlemiş olmasına rağmen bu değirmende bazen sıra görebiliyorsunuz. Arabalar ile gelip mısırlarını getiriyorlar ve biraz bekledikten sonra mısır ununu götürüyorlar.

Bu değirmene gelen suyun kaynağını 3 kardeş takip etmeye ve bulmaya karar verdik ama epeyce yol aldıktan sonra geriye dönüp baktığımızda biraz korktuk :) Bu keşfi bir başka haftasonuna bıraktık. Bu arada inanılmaz susadık. En yakın eve olan uzaklığımız belki 15 dakika. Hemen yanı başımızdan geçen ve değirmeni besleyen suyu içsek mi içmesek mi derken hemen yakından bakmaya başladık. Su pırıl pırıl. Bu suyun kirlenmesine olanak yok. İnsan elinin değmediği yerlerden kaynayıp geliyor. Kardeşlerin büyüğü olarak ilk denemeyi yapmak bana düştü. İlk birkaç yudumun tadı hala damağımda. Kıyaslama yaparsak, Nestle su ile aynı tadda ve yumuşaklıkta.

Köy içerisinde yaklaşık 200 fotoğraf çektik. Test için gönderilen Fuji S9500'i de bu şekilde daha yakından incelemiş oldum. Şu ana kadar kullandığım en iyi yarı profesyonel dijital fotoğraf makinesi. Fiyatı uygun olursa mutlaka alın.

Pazartesi, Eylül 19, 2005

Radyoaktif

Dün akşam bir arkadaşımı gördüğümde hatırladım geçmişi biraz. Ne günler geride kaldı. Üniversite yıllarında bir yandan kendi geçimimi sağlamak bir yandan da çok sevdiğim bir meslekte profesyonelleşmek için radyo programları sunuyordum. Radyoaktif, 94.0. Gece kuşağında yayın yapardım. 25 yıl içerisinde geçen en yoğun zamanlar da o zamanlar içerisindeydi.

Saat 22:00'da başlayan program 01:00'da biterdi. Dolunay'dı programın adı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamazdım. Gecenin saat birinde radyodan çıkıp öğrenci evime giderdim. Uykuya dalmam saat 3'ü bulurdu. Sonra sabah 6-7 gibi kalkar okula giderdim. 1 yıl boyunca günde 3 saat uyku ile durdum. Ne yaptıysam da o yıllar içerisinde yaptım.

Bazen uyksuzuluğa fazla dayanamayarak öğle arasında okulda SAÜ Esenteme Kampüsü'nde piknik alanında 15 dakika kestirirdim. 15 dakika uyku için cep telefonunu kurar ve Sapanca Gölü'ne yüzlerce metre yukarıdan bakan aşağıda resmi olan yerde uykuya dalardım. O kadar çabuk uyurdum ki çimenler üzerinde, saatin çalması ile gözlerimi açmam bir olurdu. İlk gözümü açtığımda nerde olduğumu hatırlamazdım. Karşımda harika bir göl, yemyeşil ormanlar. Cennet gibi. Etrafa bakınıp telefonunun sesini de duydukça hemen derse yetişmem gerektiğini bilirdim.



Radyo programları beni asla yormadı. Aksine beni dinlendirdi. Daha önce de dediğim gibi ne öğrendiysem belki de o programların sayesinde öğrendim. Kariyerimi bile ona borçluyum desem abartmış olmam.

Öyle düşünün ki, 3 saniyem var bir insanı tanımak için. Hem de sesinden tanımak için. Canlı yayına aldığımız konuklarım vardı. İnsanlar birbirleri ile yarışırdı. Yarım saat telefonu ellerinden düşürmeyenler olurmuş. Bunu yine ziyarete gelen dinleyicilerim itiraf ederdi sonraları. Yüzünü görmediğiniz bir insanı, on binlerce insanın dinlediği saygın bir radyoda canlı yayına alarak, mizahi içeriğe sahip bir programda ona söz hakkı vererek, bir nevi direksiyonu ona teslim ediyorsunuz. Ona yaklaşımınız ve sorularınız çok önemli oluyor. Bu 3 saniyede karar vermeniz gerekiyor. O 3 saniyelerin tekrarı, belki de binlerce kez oldu.

Yaşım 25. Abartmıyorum ama yine de insanları kolay tanıdığıma inanıyorum. O 3 saniyelere çok şey borçluyum.

Radyoculuk yıllarında unutamadığım bir diğer olay daha var. Gecenin bir yarısı programımı bitirdim ve evin yolunu tutarken, arkamdan bir ses geldi. İsmimi söyledi bir bayan. Geriye döndüm, baktım ama tanımıyorum. Aylardır programı dinlediğini ve evden kaçtığını söyledi. Canlı yayında soranlara, kel, göbekli ve 1,55 boyunda olduğumu söylerdim oysa.

Ne mi oldu? Hanım kızı tıpış tıpış evine götürmek bana kaldı.

Radyo yıllarıma dair ne çok şey var anlatacak. Çoğunu dün gece Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü'nde hatırladık arkadaşımla. İyi ki de görümüşüm seni beyaz melek. Çok ama çok teşekkür ederim.

Pazartesi, Eylül 05, 2005

Evi kumruların basması

Koşuyolu'ndaki malikanemde sık sık karşılaştığım olaylardandır. Ne bulurlar benim evde anlamam. Önce mutfağa geldiler. Hatta 2 tanesi buzdolabın üstüne yumurta yaptı. Kış geldi kurtuldum derken bu sefer de havalanması için açık bıraktığım lazer korumalı penceremden içeri girmeye başladılar.

Şu anda bir fotoğraf makinesine sahip değilim ama teste gelen ürünlerden bir tane koparabilirsem en kısa zamanda fotoğraflarını çekip yayınlayacağım.

Bir de hemen karşıdaki komşuların diline de düştüm ben. İşe çıkarken, "Komşu o ne öyle sizin eve balkondan pencereden hep kumru giriyor?" diyorlar. Ben alıştım tabi artık. "Ha, onlar mı? Günah diye ellemiyoruz. Sevimli hayvanlar. Hadi iyi günler." demekle yetiniyorum.

Buzdolabın üzerine yuva yapan kuş, daha bir alem. Akşam dolaptan birşey alamadığım oldu nice zamanlar. Ya da usul usul yaklaşıyorum. Onu görmezden gelip başka yerlere bakıyorum. Daha sonra usulca kapıyı açıyorum ve alacaklarımı alıp yine başka tarafa bakarken usul usul uzaklaşıyorum ordan.

Nasıl bir anıları var bizim evde de ısrarla geliyorlar bilemiyorum ama sanırım bu sorunla bir süre daha devam edeceğiz. Allah'tan çiş yapmıyorlar hiçbir yere.

Pazar, Ağustos 28, 2005

Samuel'in yeri





Bir başka güzel oldu Bodrum'da tatil. Nerde bu ünlüler a.k.(Allah Kahretmesin olarak da algılayabilirsiniz) diyerek fellik fellik dolaşan kişilerden uzak ama Bodrum'un havasını da unutturmayan Güvercinlik Köyü'nde geçen bir haftadan geriye kalanlar.

Torunlarımız, yeni sahiplerinde.











Torunlarımızı kendi başlarına mama yiyebilecek hale getirdikten sonra ailelerine teslim ettik. Hepsi de süper sağlıklı ve tombullar. Annelerini de asla unutmayacağız. Herkese nasip olmayacak hisleri yaşattı bizlere. ilk saatlerinden bu yana kendi başlarının çaresine bakabilecek seviyeye anneleri olmadan geldiler ve tanrıya olan şükür borcumdan sonra tüm gün boyunca yavruların 2 saatte bir yapılması gereken bakımını yapan ve hastalandıklarında saatlerce yanı başından ayrılmayan valideme teşekkür borçluyum.